Cemal Kafadar: Haliç Metro Köprüsü uykularımı kaçırıyor!
Türkiye’nin sayılı tarihçilerinden, Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Kafadar’la, Türk modernleşmesinden sinemaya, yeni Osmanlı söyleminden politikaya pek çok konuda keyifli bir söyleşi yaptık. Tabii söz döndü dolaştı İstanbul’a geldi
Türkiye'nin sayılı tarihçilerinden, Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Kafadar'la, Türk modernleşmesinden sinemaya, yeni Osmanlı söyleminden politikaya pek çok konuda keyifli bir söyleşi yaptık. Tabii söz döndü dolaştı İstanbul'a geldi. Tarihî miras alanları konusunda İstanbul'da büyük problem yaşandığını belirten Kafadar, “Bedrettin Dalan, yurtdışında ama belediyecilik fikirleri iktidarda” diyor.
Haliç'teki metro köprüsüyle ilgili yoğun eleştirileriniz var. Genel anlamda İstanbul'da kültürel mirasla ilgili durum nedir?
Köprüden bin kat daha beter işler oluyor. Ben Affleck'in Argo filmini izledim. Filmin büyük kısmı “İran'da” geçiyor. İran'da çekemedikleri için İstanbul'da çekilmiş. Film hakkında genelde söylenenler, filmin Tahran'a çok benzediği için İstanbul'da çekildiği. Türk gazetelerinde yazılanlara da baktım. Kamu yöneticilerimiz, Ben Affleck ile birlikte kendileri de Hollywood pırıltısına kavuşmuş, şöhret badesi içmiş gibi kameralara bakıp gururla poz veriyorlar. Bu katıksız bir oryantalizm örneğidir. “Şuraya bir köprü, buraya bir yayalaştırma”nın altındaki derin yaranın işaretleri var burada. İstanbul, herhangi bir yeri ikâme edecek bir film seti, üç beş görüntü ve hediyelik eşyaya indirgenebilecek bir turizm nesnesi, tarihî kimliğinden soyutlanabilecek bir ambiyans kaynağı değildir. Bu bir kültürel kimlik meselesidir. Ben İran kültürüne hayranım ama İstanbul, Tahran'ın dublörü olabilir mi? “Ha bu İslam toplumu, ha öteki İslam toplumu”, “Ha İstanbul, ha Tahran” yaklaşımına prim verirseniz İstanbul'u “noplace”e çevirirsiniz, yani birkaç kartpostallık görüntü dışında her yere benzeyen kişiliksiz bir “yokyer.”
İstanbul'u nasıl yansıtıyorlar?
Filmin prodüksiyon dizaynırı, tercihini söyle anlatıyor: “İstanbul çarşısındaki çekimler harika oldu. Çünkü İstanbul çarşısı aynen Tahran çarşısı gibi. Zaten aşağı yukarı aynı devirde yapılmışlar.” Tahran çarşısı çok daha yenidir ama böyle incelikler önemli değil, Şark zaten zamanın durduğu yer değil mi? Asıl önemlisi, sinemada Şark'a gitmenin en sık yinelenen öğesi çarşı sahneleridir. Kaotik bir ortam, ne yaptığı belli olmayan, basit stantlarda küçük mallar pazarlayan, pazarlığa düşkün bir sürü kaba saba adam, pitoresk ama patlamaya hazır, vakti geldiğinde kahramanımızın aklıyla ve teknolojisiyle alt edeceği bir iç gıdıklayıcı ilkellik. Hollywood'un Şark'ta tekrar tekrar bulduğu budur. Argo'nun kısa bir bölümü de “gerçekten” İstanbul'da geçiyor. Kamera Yeni Cami'ye bakıyor, casus oğlan Sultanahmet'in avlusuna giriyor ve kendini Ayasofya'da buluyor. Filmdir, olur böyle şeyler, ama daha bir anonim mekânlarda olur. Örneğin San Pietro Kilisesi'ne değme bir yönetmenin bu muameleyi yapacağını sanmam.
Haliç Metro Geçiş Köprüsü tartışılırken yükselmeye devam ediyor. Yeterince tartışılabildi mi?
Köprü büyüdü, gitti. Son konuştuğumuzda içimizde aptalca da olsa bir umut vardı. Bu köprü hiç aklımdan çıkmıyor. İki yıldır uykularım kaçıyor. Kısacası bu konularda konuşan yetkilileri ciddiyete davet ediyorum. “Üç metre buradan indiririz, renk ve ışık ayarı yaparız, üst köşede bir detay değiştiririz” gibi bir yaklaşım var. Bu mudur derdimiz? İtirazlar ideolojikmiş. El insaf. Dünyanın abartısız en gözde iki-üç yeri varsa biri muhakkak burasıdır. Buraya şeffaf olmayan süreçlerle dev bir köprü yapılacak ve bu tartışılmayacak mı? Bu tartışmanın önceliği kamu malına kamunun sahip çıkmasıdır, sonra kültürel miras ve kimlik politikalarıdır.
Taraf'ta yer alan Hakan Kıran'ın röportajındaki açıklamaları nasıl karşıladınız?
Hakan Bey'in mağdurmuş gibi konuşmasını anlayamıyorum. Sonuç olarak onun köprüsü yapılıyor. Yükseldikçe bağrına bir hançer saplandığını hisseden bizleriz. Ama belki de bu meseleyi ilgili kamuoyu nezdinde kaybettiklerini bildikleri için rahatsızlar. Neden herhangi bir şekilde dünyanın bu işi almak için can atacak mimarlarına bir yarışma imkânı sunulmadı? Akıl akıldan üstündür. Farklı bir köprü yapılabileceğini söyleyenler arasında kariyerli Türk mühendisler var, Prof. Schlaich var. Her eleştiren bir proje sunmak zorunda değil. Roman eleştirmeninin roman yazmasını, film eleştirmeninin film yapmasını bekliyor muyuz? Şu ana kadar şehrin tarihî dokusuna ciddi darbe vuracağını söylemeyen bir Allah'ın kulu olmadı.
Kıran, Kadir Topbaş'ın köprünün tasarımında katkıları olduğunu söyledi. Bunu nasıl buldunuz?
Böyle bir mekâna mimarlık okulundan mezun herkes bir “iş” kondurabilir mi? Diyelim mücevhercilik eğitimi almış bir kültür bakanımız var, kendi eserini Kaşıkçı Elması'nın yanına astırmak isterse ne düşünürüz? Hakan Bey'in mülakatında okuduğumuza göre, belediye başkanı bir proje tasarlamış, mimar dostuyla konuşmuş, bir takım müzakereler sonucu ortak bir yere varmışlar, işe koyulmuşlar. Jüri yok, rekabet yok, farklı fikir ve projelere kapı açmak yok. Kurullar var ama güç sahibi olanların kendi işleri söz konusu olduğunda kurulları etkileme imkânı da var. Bu yüzden kamu yöneticilerinin belli işlerden uzak durmasını beklemiyor muyuz? Kötü niyetten veya yasadışı işlerden bahsetmiyorum, doğru olanı yapmaktan bahsediyorum. Şimdi doğru olan yapılmış mıdır?
Köprü dışında eleştirilen birçok proje var.
Köprü bir sembol, çünkü iki bin yıldır asıl İstanbul orasıdır. Geri kalan yerlere İstanbul deniyorsa, şehre bir tarihî kimlik atfediliyorsa oranın yüzü suyu hürmetinedir. Tabii bütün Büyükşehir bir şantiye alanı gibi oldu. Şantiye alanları olmasına karşı çıkan kimse tanımıyorum. Ama ne yapılıyor, nasıl yapılıyor? Bunların her birini tek tek düşünmezsek, bu şehir elden gidiyor. Belediyecilik açısından İstanbul'un tarihi yazıldığında, Bedrettin Dalan'dan bugüne ciddi bir devamlılık görülecek. Şimdiki siyasi kadroların hoşuna gitmeyebilir ama belediyecilik açısından bu böyle. Şehrin doğasına, dokusuna pervasızca müdahale etmek, İstanbul'un tarihî dokusunu tanıtma, turizm ve rant tercihlerine kurban etmek, önemli hizmetler yapıyor olmayı kültürel mirasın çarçur edilmesine göz yummamız için yeterli bir argüman sanmak, kesinlikle o günlerin mirasıdır. Dalan, Moldova'da ya da başka bir yerde, ama fikirleri belediyelerde iktidarda.
Tartışmaların biraz da UNESCO üzerinden yürütülmesi ne ifade ediyor?
16-18. yüzyıllarda bütün dünyanın yaşadığını düşündüğümüz çok önemli değişiklikler var. Bu ortaçağdan modern dünyaya geçiş dönemidir. O erken modernitenin beşiklerinden birisi Osmanlı İstanbul'udur. İstanbul'un kemikleşmiş batı-merkezci dünya tarih anlatısını değiştiren bir yeri var. Bunu daha iyi anlamamızı sağlayan yeni bir tarihçilik, sanat tarihçiliği, arkeoloji gelişiyor, çoğu Türkiyeli nice bilim insanı ve yazar-çizer eliyle, dünya çapında sözünü dinleten âlimler, yazarlar, sanatçılar... Onların kanaatlerini bir kenara iteceksiniz, hiç dikkate almayacaksınız, ama merak etmeyin “yabancı uzmanlara danıştık”, “UNESCO ile mutabakata vardık.” Bu da beni çok üzüyor. Bir kamu yöneticisi için UNESCO ile mutabakata varmış olmak kendi kamuoyunu ikna etmekten daha mı önemli? “Biz ne yapsak karşı çıkıyorlar” itirazı hâlâ kimseyi tatmin ediyor mu bilmem. Böyle birileri vardır elbet, her devirde retro tipler vardır ama sözünü ettiğim kamuoyu çoktan aştı oraları. Haliç'in temizlenmesine karşı çıkan mı var? Metro sisteminin yaygınlaşmasından memnun olmayan mı var? Köprüden şehir manzaraları seyredilmesi fikri de çok hoş, ama bu hoşluk köprünün şimdiki şekline bağlı değil.
Çamlıca Camii farklı kesimlerden tepki aldı. Başbakan, İstanbul'un her yerinden görüneceğini söyledi.
İstanbul'un her yerinden görünmesinden daha eğlenceli bir kriter olabilirdi, mesela uzaylıların dünyamıza geldiğinde gemilerinden ilk inmek isteyecekleri yer. Şaka bir yana, her yerden görünme kriterini (mübalağa sanatı dışında) ben daha önce duymadım. Daha önemlisi, yine konuşalım, tartışalım yok. “Şu yapacak, şöyle yapacak” deniliyor. Yarışma adına yapılan şey, kamu vicdanında kabul gördü mü? Proje hakkında okuduklarımızda her duyanı güldüren unsurlar var. İstanbul'un plakası 34'müş, o zaman kubbe genişliğini 34 metre yapalım gibi basit literalist yaklaşımlar, kötü şovmen şarkıcıların “sen ve ben” derken kollarıyla bunu resmetmeye çalışması gibi. Ben bundan hicap duyuyorum. Siluet diye tek kelimeye indirgeyip haksızlık ettiğimiz sihirli ve efsunlu manzaralar silsilesi bir kamu hazinesidir. Bu güzellikleri sadece tabiat sunmuyor. Allah vermiş, ecdat da nakış gibi işlemiş. Ecdattan kasıt sadece Sultan Süleyman ve Mimar Sinan değildir. Eremya Çelebi, Yani Usta, Fatma Hatun da İstanbul'u İstanbul yapan ecdadın arasındadır.
Yaşadığımız bir tür Türk modernleşmesi mi?
Maalesef Türk modernizmi kadar kendi geleneğine hoyrat olanı az bulunur. Devletin ve siyasilerin ötesinde halk arasında yaygın tercih ve eğilimler de, rant için olsun modern olanın cazibesi için olsun, aynı yönde. Tarihî mirasla yaşama çabası yerine, güncel ihtiyaçlara kestirmeden cevap vermeyi tercih etmişiz.
Bir Osmanlı hayaleti dolaşıyor
Yeni Osmanlı söylemi yurtiçinde ve dışında çok konuşuluyor. Osmanlı dirilebilen bir şey midir?
Ortalıkta bir Osmanlı hayaleti dolaşıyor. Ama dirilebilen bir şey olduğunu sanmıyorum. Osmanlı kültürüne dair motifleri ve unsurları kullanarak ondan bir şeyler inşa etme çabaları var. Geçen gün mahallede bir fırına girdim. Benden önceki müşteri “Ne çeşit poğaçalar var” diye sordu. Fırıncı, “Peynirli, dereotlu bir de Osmanlı poğaçası var” dedi. “Osmanlı poğaçası nedir” diye sordum tabii. “İçine şunu şunu kattığımız poğaça” imiş. Kısacası bunları küçük işletmelerden, büyük müteahhitlere ve tabii siyasetçilere kadar herkes kullanıyor. Bu sembollerden bir kapital yakalamaya çalışıyoruz. Bir kısmı sevimli modalardır, ama çoğu zaman nostalji endüstrisini veya şişinme ve tahakküm heveslerini besleyen rant araçları, sevmediklerimizi dövmeye yarayan sopalar çıkarıyoruz bu sermayeden.
SERKAN AYAZOĞLU/Taraf
Yorum Yaz