Çamlıca Cami projesinde niyet ve amel ilişkisi mimariye yansımalı!
Leyla İpekçi, Zaman Gazetesi'ndeki köşesinde bugün, İsfahan'daki mimariyi ve yapılması planlanan Çamlıca camisinin mimarisini ele aldı
İsfahan'da yükseliş ve tevazuyu aynı anda hissetmiştim. Dünyanın en büyük meydanlarından kabul edilen Nakşı Cihan meydanına açılan mescidlerin önünde duruyordum. Sekizgen ve altıgenlerin dörtgene, prizmaların üçgene, üçgenlerin daireye dönüştüğü ve nihayet en tepede tüm şekillerin 'bir' olduğu rüyası bir küredeydim. Kâinatın ritmine dâhil olmuştum.
Etrafımda serin ve mülayim gölgeler oluşmuştu. Sırla dolu bir âlemin varlığını her gölgede görebiliyordum. Bazen yaklaşıyordum o sırra, bazen uzaktan bakmakla yetiniyordum. Şiraz bahçelerinde de benzer bir hisse dâhil olmuştum. Ağaç ve çiçeklerin çevreyle olan ilişkisi mimariyle bütünleşerek ışıkla gölgeye, iç ile dışa sanki fıtri niteliklerini iade ediyordu.
Ne kadar insani, ferde ne çok kıymet veren ve ne kadar da tevazu doluydu ev, mabed ve saraylar. Tevazunun ardında kişisel miraçlarımız saklı olmalıydı. Alnımız secdedeyken en yükseğe çıkma imkânına kavuşmamız boşuna değildi.
Tevhid mimarisini izlemek, bir biçimde onun içinden geçmek demektir bana göre. Bir turistik ziyaretten fazlasını ikram eder bize. Devam eden olağan döngüsünde öğütür bizi durmadan. Yıkar yapar, yıkar yapar. Hissedersiniz ki, varoluşta tekrar yoktur.
Nakşı Cihan meydanında hayret ve hayranlıkla kalakalmıştım. Yıllar önceydi. İnsanı aciz bırakan sözgelimi devasa Köln katedralinin göğü delen sivri ve keskin iddiasıyla değil, tevhid mimarisinin ferdi yücelten böylesi bir tevazuuyla yükselebilmenin imkânlarına yaklaşmıştım.
İbadet etme imkânı bulduklarım arasında ister İsfahan'da Cuma mescidinde, ister Emevi camiinde, ister El Ezher'de, ister Süleymaniye'de veya Anadolu'nun sayısız Ulu caminde olsun: Tevhid mimarisi varoluşumu katmanlaştırıyor, boyutlar kazandırıyor durmadan. İç ile dış arasında keskin bir yarılma olmadığını fark ediyorum. Pencereler göz hizasında değildir bu yüzden. İçerisi ayrı, dışarısı ayrı değildir. Zahir ile batın bizi bölmez, bütünleştirir. Işığın gökkubbede hareket halini görürsünüz, yüksekten. Kırılma olmaz, huzmeler yer değiştirir kesintisiz biçimde.
Görünmeyen şeylerin var olmaya devam ettiğini, her şeyin kendine has bir dili ve Yaratan'la bir konuşma biçimi olduğunu duyumsarsınız tevhid mimarisinde. Etraf tozludur. Toz kalkar, toz kaçar gözünüze. Toz bulanıklaştırır görme biçiminizi. Ama gerçek hiçbir zaman buharlaşıp yok olmaz. Tozlanmış acı da olsa, tozlu neşe de olsa. Sanki uzaklara bakar gibidir evinin önündeki ihtiyar teyze. Onunla kendiliğinden bütünleşirsiniz.
Sanatta güzel'in ölçüleri üzerine düşünmeye çalıştığım bu yirmi dördüncü yazımda, korkunun tezahürlerinden birine daha ulaştım artık: İnsanın ölüm korkusu nedeniyle 'kalıcı' bir eser yapma iddiasının tevazuyla çeliştiği ölçüde güzel'den uzaklaştığını söylemeye çalışıyorum!
Yalnızlığın ve ölümün korkuyla sınırlandığı ve sebep sonuç ilişkilerinin ısrarla bu korku üzerine kurulduğu eserler hayret hissimi uyandırmaya yetmiyor demiştim bir önceki yazımda. Sanırım devasa bina, mabed ve gökdelen dikme arzusuyla ölüme 'boş' gitme korkusu, hiçleşme ve yok olma endişesi arasında bir bağ var.
Bu dünyada bir eser bırakma niyeti, eğer ahirete bakan yüzümüzü ışıldatabiliyorsa, elbet yanımızda diktiğimiz binayı bir amel olarak götüreceğiz demektir. Ama Kundera'nın tabiriyle 'küçük ölümsüzlük' iddiasıyla, yani unvan ve itibar nedeniyle devasa bir eser vücuda getirmeye çalışıyorsak: Bu dünyada kalacaktır o. Amel olup bizimle birlikte gelmeyecektir.
Fütursuzca bina dikme takıntısının altında yatan yok olma korkusu yine bu dünyayı kutsamaya götürüyor bizi. Dünya yaltakçılığı diyorum buna. Ruhun ezelden ebede yolculuğunu salt bu dünyanın yollarını aşındırarak buraya hapsetmek, tevhid sanatçısının mimari anlayışına uygun değildir. Belki bu sebeple, tevhid mimarları faniliğimizin insanı yücelten yönüne bakmışlar, insanı aciz bırakan, korkutan, ölümü bir tahakküm gibi dayatan devasa yapılardan kaçınmışlardır. Fanilik şuuru insanı acziyete değil, yükselişe götürür çünkü. Miraç ettirir.
Bugün Çamlıca'ya veya herhangi bir tepeye ille 'güzel' bir cami inşa edilmek isteniyorsa, niyet ve amel ilişkisini sahih biçimde kurabilen bir tevhid mimarcılığı geliştirmelisiniz.
Her gün, her an kim için yaşıyor, kim için ölüyorsunuz?
Rabbinizle kalbiniz arasında daima başkaları varsa, başkalarının sözü, emaneti taşırken ayağımıza dolanan en çetin engellerden birine dönüşür. Diktiğiniz binalar dünyevi korkularınızın abidesi olur bu durumda. Tevazuyla yükselişe değil, korkuyla beslenen kibre dönersiniz eserlerinizde. Geometrik simetri, helezonik sarmallar, döngüsel boşluklar donuk birer mecaz olup çıkar mimarinizde. Rahmetli Turgut Cansever'in sözleriyle toparlayayım:
"Teknokratların meydana getirdiği gökdelenlerin deliğinde, mağarasında yaşamaya mahkûm edilen insanın çevresiyle bilinçli ilişkisi kalmıyor. İnsanın dünyanın oluşumuna olumlu katkılarının kapıları kapatılıyor. Bu hakkı insanın elinden almak, insana ve insanlığa karşı yapılmış en büyük haksızlıktır."
Oysa kadim mırıltıları vardır taşın. Bir yaprak cilve yapar size. Yaratılışın o büyülü buğusu devam eder tevhid sanatında. Yol devam eder. Hayatta da, sanatta da.
Leyla İpekçi/Zaman
Yorum Yaz