Kilis’te Suriyeliler’in kaldığı konteyner kampında su ve elektrik sıkıntısı yaşanıyor!
Suriyeli mülteciler için Kilis’te kurulan ‘konteyner’ kampı, 3 ay önce medyaya ‘rüya kent’ olarak yansımış, okulu, sosyal tesisi ve ‘bir oda-bir salon’ mutfaklı-banyolu şirin konteyner evleriyle, tüm dünyaya örnek gösterilmişti
Suriyeli mülteciler için Kilis'te kurulan ‘konteyner' kampı, 3 ay önce medyaya ‘rüya kent' olarak yansımış, okulu, sosyal tesisi ve ‘bir oda-bir salon' mutfaklı-banyolu şirin konteyner evleriyle, tüm dünyaya örnek gösterilmişti.
Ancak son haftalarda baş gösteren su ve elektrik sıkıntısı, Suriyeli mültecileri canından bezdirmiş durumda. Ne olup bittiğini, mültecilerin geçen hafta neden taş ve sopalarla isyan ettiğini anlamak için, Suriye turumuzun üçüncü ayağında Kilis Öncüpınar sınır kapısının hemen dibindeki kente uğradık. Gördüğümüz tabloyu en iyi anlatan sahne, susuzluk içinde yerlerde uzanmış mültecilerin, uzaktan geçen yabancılara derdini anlatmak için Arapça ‘may, may' (su, su!) diye bağırmasıydı.
PİSLİK İÇİNDE
Susuzluk ve elektrik sıkıntısı, konteyner kentin sokaklarını ‘rüya şehirden' tam bir ‘dram kentine' dönüştürmüş. Aslında sağlam bir altyapısı olan ve camisi, okulu, kreşi ve sosyal tesisleriyle gerçekten de Türkiye'nin medar-ı iftiharı olabilecek kenti, o gün pislik ve kuraklık içinde bulduk. Sosyal tesisler boş, kuaför-berber, susuzluktan kapalı; şahane okul binası var, ama okul tatilde ve çocuklar boş boş sokakta. Bir de mültecilerin NASA üssündeymiş gibi parmak iziyle elektronik ödeme yaptığı bir dizi süpermarket var; raflarında yok yok, ama kampta elektrik olmadığı için (ve parayla ödeme yapılmadığı için) marketler de kapalı. Öncüpınar Konteyner Kampı'nda kiminle otursak söze ‘may yok, may yok!' diye Türkçe-Arapça karışık bir dille söze başladı. Kadınlar çocukların bitlendiğini, yıkanamadıklarını, doğru dürüst temizlik yapamadıklarını anlattı. Evler ve sokaklar, bana temiz gelmedi. Başbakan Erdoğan ziyaret ettiğinde önüne konulan manzaranın bu olmadığına eminim.
‘MİS GİBİ KAMP!'
Kadınlar bir ara beni sürükleyip, altı tamamen çürümüş birkaç konteyner gösterdi. Pis kokular geldiğini anlatmak için burunları tutup tuvaleti gösterdiler.“Bu Suriyeliler de, bulmuş mis gibi kampı, bir de şikayet ediyorlar” diyeceksiniz. Ama 45 derece cayır cayır Kilis sıcağında pislik ve susuzluk içinde yaşamak, kimse için kolay değil.
Kampta neredeyse herkes oruçlu. Ama iftar vakti geldiğinde, musluklarda hâlâ tek damla su yok. Yorulup evinin önünde karpuz kesen yaşlı bir kadının yanına oturduğumda, önce sudan yakınıyor, sonra usul usul ağlamaya başlıyor. Oğlu, Halep'te polismiş. Devrim başlayınca, kendi insanlarına zulmetmeyi reddedip emniyet teşkilatından ayrılmış. Anında tutuklanmış, o zaman bu zamandır da haber alınamıyor. Anne, sağ olması için dua ediyor. Düşük ihtimal, ama ben de ona sarılıp “İnşallah, inşallah duaların kabul görür” diyorum.
Ara sıra büyük yoğurt kapları içinde kamp dışında bir çiftlikten su taşıyan küçük çocuklar geçiyor önümüzden. Bunlardan bir tanesi, iki hafta önce evine su getirirken trafik kazasında can vermiş. Suriyelileri isyana sürükleyen olaylardan biri de bu olmuş.
Medyada, kampta geçen haftaki isyan haberleri sonrasında “Bu Suriyeliler nankör” diyenler çıktı. Oysa bu acılı, hayatlarından bezmiş insanların, kaybedecekleri çok az şey var. Esad zulmünden kaçmış, sevdiklerini geride bırakıp Türkiye'ye sığınmış Suriyeliler, en temel ihtiyaçları için yalvarmak zorunda kalmaktan dolayı kırgın.
‘KOLEKTİF CEZA'
Konteyner kentte isyanın izleri hâlâ var. Taşlarla kırılan camlar, genelde kamp yönetimine ait binaların. Suriyeliler ayaklanınca, polis her zaman yaptığını yapıp, elindeki biber gazı stoğunu bitirmiş. İsyandan sonra ‘kolektif ceza' olarak kampa 2 gün su ve elektrik verilmemiş. Ortalık şu anda sakin; ama havada hissedilen bir mutsuzluk var.
Alay edercesine kampın tam ortasında devasa ve masmavi bir su deposu var. Muslukları var ama içi boş. Pat pat vuruyorum; boş depo yankılanıyor. Dünyanın 16'ncı ekonomisi olan bir ülkenin, o depoyu doldurması ne kadar zor olabilir, diye merak ediyorum.
Birkaç gün önce isyan çıkan ve yağmalanan marketlerin önünde, çevik kuvvet ekipleri bekliyor. Çoğu İstanbul'dan atanmış, gencecik polisler. Gazeteci olduğumu duyunca “Bizim de sorunlarımızı yazın lütfen” diyor bir tanesi. “Bir de siz eksiksiniz. Sizin de mi şikayetiniz var?” diyorum. Ama sohbet etmeye başlayınca, gerçekten bunalmış olduklarını görüyorum. “Bazı günlerde kumanya gelmediği ya da nöbet bitmediği için iftarı 1 saat sonra açıyoruz. Uzun saatler çalışıyoruz. Maaşlarımız İstanbul'dan az. Kampta hep gerilim var. Uyumaya gidip sonra yeniden nöbete geliyoruz.”
“Arkadaşlar ben genelde polisi öven değil, polisi ağır eleştiren yazılar yazarım. Zaten siz de zavallı insanlara bol keseden biber gazı sıkmışsınız. Söz vermeyeyim ama, sizin de dertli olduğunuzu yazacağım” diyorum.
Ve böylece mutsuz çocuklar, mutsuz anneler, babalar, marketçiler ve polisleri geride bırakarak, ‘Rüya Kent'ten ayrılıyoruz...
Aslı Aydıntaşbaş/Milliyet
Yorum Yaz