Taksim’e cami gerekli mi?
Sabah Gazetesi yazarlarından Atilla Dorsay bugünkü köşesinde Taksim'e cami projesini ele aldı
Öncelikli soru: Taksim'e cami gerekli mi? İslam'ın müminlerin bulundukları her uygun yerde Allah'a yakarıp namaz kılabilecekleri kaidesine göre, illa da değil. Üstelik Beyoğlu tüm Osmanlı boyunca azınlıkların kurup geliştirdikleri, yaşayıp ticaret yaptıkları özel bir semt olarak kaldı. Bu tarihi bir gerçektir. Yakın zamanda Beyoğlu'nun Ceneviz- Bizans kökenlerinden söz eden bir yazım nedeniyle bir yetkili kişinin bana "Ne Bizans'ı... Beyoğlu'nu atamız İkinci Beyazıt kurdu" dediğini anımsıyorum. Ama bu bilgisizlikten kaynaklanan, gereksiz bir milliyetçi tavırdı. Bu tarihi gerçeklik içinde, Beyoğlu'nun barındırdığı birçok kilise (ve havra) yanında çok daha az camiye sahip olduğu doğrudur.
Ama koca İstanbul'da cami mi yok? Bırakalım Beyoğlu da böyle kalsın denebilir. Ya da, en son tartışmalarda camiye izin veren mahkeme kararının gerekçesinde dendiği gibi, bu semtin çoktan büyük ölçüde değişmiş etnik yapısı Müslümanlara da uygun bir ibadet yerinin yapılmasını gerektirir de denebilir.
Kendi adıma, buna hiç karşı değilim. Tek koşulum, cami için Taksim Parkı denen güzelim yeşil alanın gözden çıkarılmamasıdır. Bu nedenle, açıklanan projedeki yeri, Sular İdaresi'nin yanı ve onun meydana bakan cephesinde Belediye'nin açtığı o güzel müzenin hemen arkasındaki 1630 m2'lik yeri kendi adıma gayet uygun buluyorum. Üstelik Ahmet Vefik Alp'in projesi, cami kavramına ve işlevine modern ve estetik bir yorum getiren güzel bir proje.
Ne yazık ki ayni hoşgörüyü tasarlanan Çamlıca camii için göstermem mümkün değil. Gerçi kimse benim fikrimi sormuyor ama akıl ve vicdan sahibi, İstanbulsever bir mimar ve yazar olarak, bunu hep söyleyecek, yazma imkânım olduğunca da yazacağım: Çamlıca denen dünya ve doğa harikası yere cami, turizm, konaklama veya rekreasyon, hiçbir biçimde yapılaşma izni verilmemeli. Bu konuda sağduyulu bir çözüm bulunacağına hâlâ inanıyorum. Çünkü projeye, bakan Günay'ın deyimiyle "mütedeyyin olanlar" da karşı çıktı. Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan cami üzerine "birileri için huşuyla seyredilecek bir manzara teşkil edebilir, ben sadece ürperirim" diye yazdı. Her zamanki iyimserliğimle, bu vb. seslerin eninde sonunda duyulacağına inanıyorum.
Cami demişken, elbette kiliseler sorunu da var. Bu ülkede yüzyıllarca iç içe yaşayıp ayni kaderi paylaştığımız farklı inanç sahiplerinin mabetleri sorunu var. Gerçi Allah için, hükümet bu konularda hayli yol aldı. Ahtamar restorasyonundan Ayasofya'daki fresklerin onarımına, Hıristiyanlara Ahtamar ve Sumela'da ayin yapma izni verilmesinden azınlık vakıf mallarının iadesine... Ama yeterli mi? Gün geçmiyor ki bir yerlerden harabe halindeki kiliselere, define arayıcıları tarafından dinamitlenen kutsal mekânlara dair haberler gelmesin. En son, Süryanilerin geçmişi 397 yılına dek inen ünlü Mor Manastır'ına mahkemece el kondu, tüm mekânın devlete verilmesi istendi.
Ya Heybeliada'daki Ruhban okulu? Geçmişi 9. yüzyıla inen, bugünkü harabe halindeki binası 1844'de açılan bu okul, 1971'den beri kapalı duruyor. Sayıları zaten kelaynak kuşları kadar azalmış Ortodoks vatandaşlarımız için gerekli din adamları artık yetişmiyor. Her konuşan yetkili vaatlerde bulunuyor, ama en son Egemen Bağış'ın yaptığı gibi, hemen bunu getirip "Atina'da cami" şartına bağlayıveriyor. İlla da bir "mütekabiliyet" koşulu aramak ve bir kısım vatandaşının dinsel eğitim hakkını yabancı bir devletin eylemlerine bağlamak, güçlü bir devlete yakışan şey mi?
Atilla Dorsay/Sabah
Yorum Yaz